Bu Blogda Ara

UMURBEY Şarabı

Sevgili dostum Şakir, dün gece beni güzel bir şarapla tanıştırdı.

Şaraba sevdamı bildiğinden, epeydir kendisinden UMURBEY şaraplarını dinliyordum. Zaman zaman da içiriyordu, birlikte uzun uzun konuştuğumuz sohbetlerimizde, UMURBEY hep vardı.

RESERVE, 2008, Cabarnet Savignon...Bunu ilk kez denedim.

Orta gövdeli, meyve ağırlıklı, bana göre içimi kadife yumuşaklığında, meşe fıçı, biraz da bitter çikolata tadında, nefis bir şaraptı.

Öyle güzel bir emekle yapılmış ki, gerçekten çok sevdim.
Herkesin damak zevki, şaraba dair çok farklıdır. Bence hangisiyle keyif alıyorsanız, o sizin beğendiğiniz şaraptır. Daha da ötesi yok.

Elbetteki, kaliteli üzüm, iyi bağcılık, üretim, şarap prosesi gibi mühim konular çok önemli, çünkü ne de olsa,

"İyi üzümden kötü şarap yapmak çok kolaydır ama kötü üzümden iyi şarap yapmak imkansızdır."

Nisan ayında bir çok yerli/yabancı şarap etkinlikleri olur, keyifle hepsine katılmak istiyorum.

Bir gün gelir de, ucundan kıyısından şarapla ilgili bir iş yapabilirsem, işte o zaman çok mutlu olurum.

HAYDİ AŞIK OLALIM

Bence aşk, tutkuyla yaşıyor. Tutkunuz yoksa, hissettiğiniz şey aşk olamaz. Herkesin bir büyük aşkı mutlaka vardır, ya tutkusu, bence yok.
Aşkın uzun sürmesi için tutku şart. Ne olur aşkınızı uzun süre koruyun, hayatın anlamı aşk varken güzel...Diğerini bence robotlar yaşasın.
Bana sorsalar aşk için,

Onun adını yalnız kaldığınızda söylerken kendinizi buluyorsanız,
Herkese onu anlatmak istiyorsanız,
Temiz nefes aldığınızı hissetmeye başladıysanız,
Onu görmenize saatler varken heyecanlanıyorsanız,
Ruhunuz üzgün, yüreğiniz köle, hayalgücünüz sizi korkutuyorsa aşıksınız.
Onun gözlerini yanınızda yokken de görebiliyorsanız, siz aşıksınız derim.

Savaştan dönmeye hazırlanan Napolyon, sevgilisi Josephine’ e yazdığı aşk mektubunda diyor ki,
Sevgilim, geliyorum. Beni yıkanmadan bekle, zira sabun yerine senin kokuna hasretim.
Napolyon’un Josephine ‘ e duyduğu aşk, tarihteki en büyük aşklardan biridir. Birbirlerini delice bir tutkuyla severler.

Kafka, sevgilisi için Tanrı dan sonra tek düşündüğüm der...Aşkını düşünerek ve yazarak yaşayanlardan.

Madam Curie ise, sevgilisiyle birlikte, kendi kocasını zehirler. O yıllarda aşklar gizli saklı yaşanırdı, hele yasak aşk varsa...

Mozart, aşık olduğu eşi, Constanz için yaptığı bestesini 52 saat hiç uyumadan yazdı...

Cleopatra, içinde bulunduğu siyaset baskısına dayanamayıp sarayda kendini bir Kobra yılanına sokturarak intihar etti, aynı gün bu acıya dayanamayan sevgilisi Antony de kendini bıçakladı.

Bunlar tarihte yaşanan tutkulu aşklar.

Biz bunu bile başaramazken, sevgilisi için dağları delen
Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı gibi efsanelerden hiç söz etmesek daha iyi olur, adı üstünde, ne de olsa efsane onlar.

Haydi şimdi aşık olalım...

OMERTA



OMERTA

mario puzo'nun en güzel kitaplarından biridir Omerta.

Anlamı ise, katolik Mafya sının kullandığı suskunluk yasasıdır. Omerta yemindir, aileden biri yakalandığında veya teslim olduğunda asla gerekli bilgileri vermez, günlerce susar, konuşmazlar. Bu suskunluk aile yakalanmasın diye değil, kendi onurlarını korumak için sonuna kadar susarlar...

Bazen sadece bu yüzden ben kendi büyüklüğümden bile korkuyorum.
Içime çekiliyor, günlerce susuyorum. Omerta genlerimde var, elimde değil. Ailem, dostlarım, abim bunu hiç sevmiyor ve ben buna başladığımda etrafı bir panik sarıveriyor, neden mi, çünkü günlerce sustuğum yetmiyormuş gibi, bir de kayboluyorum ortadan...kimselere haber vermeden.

7 yaşında alt katta yaşayan babaannemin gardrobunda yaşadım, 3 gün...geceleri herkes uyuyunca yemek yiyiyordum, babaannem alışmıştı artık, beni kapıda görünce kendiliğinden açardı gardrobun kapısını...bazen yemeğimi akşamdan mutfağa hazırlar, bırakırdı...

Hala izleri var. Hala susabiliyorum günlerce...Hala kaybolabiliyorum ortadan... Bunu bir Defne ye bir de abime sorun.


Ve günlerce susan, konuşmayan, ortadan kaybolan seni, biliyorum...benim gibi...
Kendimden sayıyorum. Saygı duyuyorum. Insan sevdiğine konduramaz ya suçu, kötülüğü, kendine de konduramıyor. Bu yüzden de arayıp duruyor suçluyu...

Ben aslında yalnızım diye haykıramazsan kimselere, biraz da mecbursundur yalnız savaşmaya...Haykıramadım sana ben...
O yüzden her zaman korudum kendimi bu insanlara duyabileceğim sevgi nöbetlerinden...aslında kimi insanlara elimi değil, pençemi uzatmalıymışım meğer...
Sen de sustun, günlerce kabuğuna çekildin...ben anlıyorum seni, biliyor musun üstelik bir tek ben anlıyorum.
Sana çok ama çok kızıyorum.
Beni yalnız bıraktığın için...bir bulsam seni ve taksam pençelerimi, sonra kızsam köpürsem sana...
O Partizan duruşunla bir dikilsen karşıma da duysam haykıran sesini...

Haklısın biliyor musun? susma nolur, konuş benimle.. Kendi ateşinle kendini de, beni de yakıyorsun susarak...

Ama unutma ki ben, küllerimden yeniden doğan biriyim.


2 eylül 2010

Bubble Chair





İçine çekilip, sadece öylece durmak...

Öyle güzel bir duygudur ki, hissedebilmek için kendinizi hiç doğmamış hayal edin.

Öyle yalın ve öyle özel hissedersiniz ki kendinizi, hep öyle olmak hep öyle kalmak ister insan sonsuza dek...bu duygu, tek bir sandalyede yaşanır, Bubble chair.
Türkiye de 1980'li yılların başında moda olmuştu,  eski formu, yerini 90'ların başında plexiden ve tavandan asılan modeline bıraktı, şimdi ışıklıları bile çıkmış, çok güzel.
Ama ben, bu kadar özel duygular bırakan bir eşyanın, daha doğal bir malzemeden olmasını tercih ederdim, mesela bu bir eski, yaşlı bir ağaç kavuğundan yapılsa şahane olmaz mıydı? Hem retro, hem country...ikisine de uyarlanabilirdi, hatta biraz ileri gidelim, antikaları bile yapılabilinir, aslan ayaklı vss.
Tasarımcılar belki duyar sesimi birazdan...

BİRAZ DA BOHEM LÜTFEN...

Bohem yaşamak...


Özünde bir kültür barındırsa da, kimileri ruhen bohem doğarlar, benim gibi.
Aksini düşünemiyorum bile, gerçekten de tam böyle hissediyorum.
Nedense bohem felsefesini, çok uçlarda ve sınırda zevkler yaşayan kişi diye adlandıranlar da çok.
Tabi böyle olanlar da var,  gerçeği bence öyle değil, ...her şeyde olduğu gibi bu işi de ruhen tam derinden hissetmek gerek, yoksa ruhun bohem ama yürüyüşün catwalk olur.


bohemlik meselesi de kendi içinde numaralandırılmalı ya da kodlanmalı bence vejeteryanlık gibi...vegan, vejeteryan, owo vejeteryen vs..


bohem insan:  salaş, hafif pasaklı, yarını düşünmeden yaşayayan, kültürüne hakim, 


bohem insan: son derece zarif, şık, sigarasını çıkardığında karşısındakinin yakmasını bekleyen insan


bohem insan: kuralsız yaşayan, sanatçı ruhlu.


bohem insan: marjinal.


bohem insan: azla yetinen, ultra güzel zevkleri yaşamın içinde  isteyen, onlar olmadan kendini eksik hisseden insan, sevişmeden, kaliteden, sanattan, yemekten iyi anlayan, az konuşan, çok okuyan insan.
işte, bu sonuncusu benim bohem anlayışım. 


ben bir bohemim.
.

sümbüller ve ötesi...

geçen yıl, tam sümbüllerin çıkmaya başladığı dönemde, bir kaç öykü yazmaya başlamıştım kimselerden habersiz gizlice...ne olduysa, nasıl olduysa, bilgisayarımı değiştirirken, uçtu gitti öykülerim, bulamadım.

bu yıl, annemle çiçekçi turları yaparken, sümbülleri gördüm, kaybolan öykülerim geldi aklıma...kızdım biraz, biraz da hüzünlendim doğal olarak.
annemle bir kaç renk sümbül alıp eve geldik, aynı akşam, bu yılki yeni bilgisayarımda öykülerimi buldum.

galiba, çağırdım.

siz inanır mısınız böyle şeylere, ben çok inanırım, eğer gönülden istrseniz bütün dilekleriniz olur.

çağırın, gelsin...

PINK PORTUGAL







Siz buraya kendiniz gelip görmezseniz, seçtiğiniz numunelerin gerçeğine onay vermezseniz, yanlış bir iş yapıp sizi üzersek, gözüme uyku girmez dedi Nizamettin Bey... TAŞÇA nın sahibi.
Dün sabah uyandım ve koşa koşa, daha önce de yazdığımız taşçımıza gittim... İlk kez bir taş atölyesine gitmenin verdiği heyecan/merak karışık duygularla oraya vardığımda, tüm ekip beni sokağın ortasında bekliyordu...Doğru düzgün park bile edemedim, halbuki güzel park ederim.
İçeri girdiğimde, herkes bana, sadece bana bakıyordu. Anladım ki, en az onlarda benim kadar heyecanlılar.
Doğal taş konusunda pek bir bilgim olmamasına rağmen, o kadar güzel taşlar seçmişim ki, meğer bu taşların pek bir alıcısı yokmuş ve üzülüyorlarmış...Çünkü herkes, standart taşlar seçiyormuş, her işte olduğu gibi, standart işler yapınca da bir süre sonra o işin keyfi, heyecanı kaçıyor tabi.


Atölyede benim beğendiğim taşların koca koca plakalarını askıya çamaşır serer gibi asmışlardı, aslına bakarsanız biraz hüzünlü bir sahneydi, kurbanlık koyunlar gibiydi hepsi...sen yıllarca bir ocakta yerin bin kat altında uyu, sonra seni evinden zorla kazıyarak çıkarsınlar ve getirip bir ipe dizsinler... Ben biraz duygusal yaklaşınca işin boyutu buralara vardı tabi, neden böyle düşündüm bilemiyorum, ama tam olarak hissettiklerim buydu. Hüzünlendim biraz. Ama sonra geçti, çünkü onlara senelerce güzel bakacak, değerini bilecek biriyle olacaklarını düşününce, gülümse yeniden başladı. 
Sıcacık ve taze demlenmiş bir çay geldi elime, 3 saniye içerisinde...Şekerleri , kaşığı ve tabağı geri verdikten sonra, önce çayı kokladım, her zaman yaptığım gibi, güzeldi. Atölye şefi, siz de benim gibi şekersiz seviyorsunuz derken, Nizamettin bey in kara gözleri, hadi işimize bakalım der gibi sohbeti deldi geçti. Taş gibi sert bir yapısı var, ama bir o kadar da doğal, samimi.


Taşlar o kadar güzel ki, hepsinin ayrı bir hissi var, kimi deri gibi, dokununca elinize ara ara katları geliyor, kimi ipek gibi, kimi kadife gibi, kimi de çok kabarık...
benim en sevidiğim pink portugal olan...keşke burada çalışabilseydim, o kadar sevdim, o kadar sevdim işte...

FRANSIZ DAHİ, ÜSTÜN İNSAN İSTANBUL'DA...

Onun adı DAHİ.
Ben böyle insanlara, tasarımcı falan diyemiyorum. Ağzımdan DAHİ kelimesi çıkıveriyor. Çünkü o bir DAHİ. 


Sapları dört yöne hareket edebilen gözlük çerçeeveleri alain mikli marka, motosiklet, lamba, mobilya, çarşaf, gümüş ev eşyalari ve Puma için yaptığı o kırmızı ayakkabı...Pek çok ünlü müzelerde eserlerine rastlayabilirsiniz. Uçak tasarimcisi olan babasinindan almış olduğu yaratıcılık geni taşıdığı besbelli. Demek ki, iş babalarda bitiyormuş, benim de babam uçak tasarlasaydı, kim bilir belki ben de tasarımcı yerine bir DAHİ olabilirdim. Ah baba ah...
Herkesin bildiği juicy salif limonluk ile Türkiye' de sevilmeye başlayan sevimli yüzlü Philippe Starck.
30 Eylül' de İstanbul'a geliyor. Ulus' ta yeni açılacak olan bir Rezidance Otel' in baş konuğu. 
YOO İstanbul Otel.
Tüm otelin içini tasarlamış, nasıl merak ediyorum nasıl...Keşke tanışabilme fırsatım olsa, keşke biraz sohbet etme şansım olabilseydi...
Genelde, bu tip çizgi dışı insanlar, yalnız yaşarlar ve antisosyalliğe kayan bir duygu durumları da vardır. Ama bu öyle değil...evli ve üç de cocuk sahibi.
Otele gidip bakacağım, belki açılışından sonra, yorumlarımı da yazacağım elbette... Dahi değilim, ama bilirim.

MEŞK YOLU

Yağmur başlamış...

Ne çok zaman olmuştu yağmayalı.
Yolları, ağaçları, kuşları, toprağı...
Başımı, vücudumu, gözlerimi, dudaklarımı, yüreğimi ıslatmayalı ne çok zaman geçti...

Ne çok zaman geçti yüreğim burkulalı beri, bir pazartesi, bir pazartesi daha...

Ne çok zaman geçti, kulağımdan yüreğime inmiş sözleri işiteli...nasıl katlanmalı,

Nasıl nasıl duvarlardan geçmesin ruhum...

Sözcükleri sıralamak, uyuyamamak, susmak, susmak.

GOMALAK CİLA NE DEMEK ACABA?





Gomalak,  aslında bir böceeeeeek.


Adı lak böceği, salgısına da Gomalak demişler, aslen doğal reçine.


Hindistan'da akasya cinsi bir ağacın kabuklarına yapışarak yaşayan Lak böcekleri kanatlı ve şirin kırmızı böcekler. Uğur böceğine çok benziyor.  Yapıştıkları ağacın kabuklarını delerek, ağacın öz suyunu emip, bu reçine cinsi maddeyi yapabiliyorlar.
Bu böceklerin tek işleri bu.


Binlercesinin üst üste yapışması ile kendilerini düşmanlardan korumak için gomalak adlı bu maddeyi salgılıyorlar. Ağaçların kabukları  kazınarak bu madde elde edilebiliyor. Gomalak mobilya cilası olarak kullanılır. Fakat bu cila suya dayanıklı değilmiş.
Gomalak, eskimiş tahtalara yeniden hayat veren bir cila.  Kullanıma hazır bir çok sıvı gomalak bulunmasına rağmen, pullu olan sıvı gomalak, esas makbul olandır. Öyle üzerinde gomalak cila yazan uyduruk mobilyalara aldanmayın, ısrarla pullusunu arayın, diğeri sentetik. Böceklerin hakkını yemeyin.


Ben sadece dedim.