Bu Blogda Ara

PINK PORTUGAL







Siz buraya kendiniz gelip görmezseniz, seçtiğiniz numunelerin gerçeğine onay vermezseniz, yanlış bir iş yapıp sizi üzersek, gözüme uyku girmez dedi Nizamettin Bey... TAŞÇA nın sahibi.
Dün sabah uyandım ve koşa koşa, daha önce de yazdığımız taşçımıza gittim... İlk kez bir taş atölyesine gitmenin verdiği heyecan/merak karışık duygularla oraya vardığımda, tüm ekip beni sokağın ortasında bekliyordu...Doğru düzgün park bile edemedim, halbuki güzel park ederim.
İçeri girdiğimde, herkes bana, sadece bana bakıyordu. Anladım ki, en az onlarda benim kadar heyecanlılar.
Doğal taş konusunda pek bir bilgim olmamasına rağmen, o kadar güzel taşlar seçmişim ki, meğer bu taşların pek bir alıcısı yokmuş ve üzülüyorlarmış...Çünkü herkes, standart taşlar seçiyormuş, her işte olduğu gibi, standart işler yapınca da bir süre sonra o işin keyfi, heyecanı kaçıyor tabi.


Atölyede benim beğendiğim taşların koca koca plakalarını askıya çamaşır serer gibi asmışlardı, aslına bakarsanız biraz hüzünlü bir sahneydi, kurbanlık koyunlar gibiydi hepsi...sen yıllarca bir ocakta yerin bin kat altında uyu, sonra seni evinden zorla kazıyarak çıkarsınlar ve getirip bir ipe dizsinler... Ben biraz duygusal yaklaşınca işin boyutu buralara vardı tabi, neden böyle düşündüm bilemiyorum, ama tam olarak hissettiklerim buydu. Hüzünlendim biraz. Ama sonra geçti, çünkü onlara senelerce güzel bakacak, değerini bilecek biriyle olacaklarını düşününce, gülümse yeniden başladı. 
Sıcacık ve taze demlenmiş bir çay geldi elime, 3 saniye içerisinde...Şekerleri , kaşığı ve tabağı geri verdikten sonra, önce çayı kokladım, her zaman yaptığım gibi, güzeldi. Atölye şefi, siz de benim gibi şekersiz seviyorsunuz derken, Nizamettin bey in kara gözleri, hadi işimize bakalım der gibi sohbeti deldi geçti. Taş gibi sert bir yapısı var, ama bir o kadar da doğal, samimi.


Taşlar o kadar güzel ki, hepsinin ayrı bir hissi var, kimi deri gibi, dokununca elinize ara ara katları geliyor, kimi ipek gibi, kimi kadife gibi, kimi de çok kabarık...
benim en sevidiğim pink portugal olan...keşke burada çalışabilseydim, o kadar sevdim, o kadar sevdim işte...

FRANSIZ DAHİ, ÜSTÜN İNSAN İSTANBUL'DA...

Onun adı DAHİ.
Ben böyle insanlara, tasarımcı falan diyemiyorum. Ağzımdan DAHİ kelimesi çıkıveriyor. Çünkü o bir DAHİ. 


Sapları dört yöne hareket edebilen gözlük çerçeeveleri alain mikli marka, motosiklet, lamba, mobilya, çarşaf, gümüş ev eşyalari ve Puma için yaptığı o kırmızı ayakkabı...Pek çok ünlü müzelerde eserlerine rastlayabilirsiniz. Uçak tasarimcisi olan babasinindan almış olduğu yaratıcılık geni taşıdığı besbelli. Demek ki, iş babalarda bitiyormuş, benim de babam uçak tasarlasaydı, kim bilir belki ben de tasarımcı yerine bir DAHİ olabilirdim. Ah baba ah...
Herkesin bildiği juicy salif limonluk ile Türkiye' de sevilmeye başlayan sevimli yüzlü Philippe Starck.
30 Eylül' de İstanbul'a geliyor. Ulus' ta yeni açılacak olan bir Rezidance Otel' in baş konuğu. 
YOO İstanbul Otel.
Tüm otelin içini tasarlamış, nasıl merak ediyorum nasıl...Keşke tanışabilme fırsatım olsa, keşke biraz sohbet etme şansım olabilseydi...
Genelde, bu tip çizgi dışı insanlar, yalnız yaşarlar ve antisosyalliğe kayan bir duygu durumları da vardır. Ama bu öyle değil...evli ve üç de cocuk sahibi.
Otele gidip bakacağım, belki açılışından sonra, yorumlarımı da yazacağım elbette... Dahi değilim, ama bilirim.

MEŞK YOLU

Yağmur başlamış...

Ne çok zaman olmuştu yağmayalı.
Yolları, ağaçları, kuşları, toprağı...
Başımı, vücudumu, gözlerimi, dudaklarımı, yüreğimi ıslatmayalı ne çok zaman geçti...

Ne çok zaman geçti yüreğim burkulalı beri, bir pazartesi, bir pazartesi daha...

Ne çok zaman geçti, kulağımdan yüreğime inmiş sözleri işiteli...nasıl katlanmalı,

Nasıl nasıl duvarlardan geçmesin ruhum...

Sözcükleri sıralamak, uyuyamamak, susmak, susmak.

GOMALAK CİLA NE DEMEK ACABA?





Gomalak,  aslında bir böceeeeeek.


Adı lak böceği, salgısına da Gomalak demişler, aslen doğal reçine.


Hindistan'da akasya cinsi bir ağacın kabuklarına yapışarak yaşayan Lak böcekleri kanatlı ve şirin kırmızı böcekler. Uğur böceğine çok benziyor.  Yapıştıkları ağacın kabuklarını delerek, ağacın öz suyunu emip, bu reçine cinsi maddeyi yapabiliyorlar.
Bu böceklerin tek işleri bu.


Binlercesinin üst üste yapışması ile kendilerini düşmanlardan korumak için gomalak adlı bu maddeyi salgılıyorlar. Ağaçların kabukları  kazınarak bu madde elde edilebiliyor. Gomalak mobilya cilası olarak kullanılır. Fakat bu cila suya dayanıklı değilmiş.
Gomalak, eskimiş tahtalara yeniden hayat veren bir cila.  Kullanıma hazır bir çok sıvı gomalak bulunmasına rağmen, pullu olan sıvı gomalak, esas makbul olandır. Öyle üzerinde gomalak cila yazan uyduruk mobilyalara aldanmayın, ısrarla pullusunu arayın, diğeri sentetik. Böceklerin hakkını yemeyin.


Ben sadece dedim.

Aşk olsun.

Ne olur yani, bir kez olsun hercai menekşe olsam, kimsenin bilmediği dağ başlarında. Ve hiç kokmasam, sen beni buluncaya kadar? Beklesem rüzgarın beni sana kavuşturmasını?  Esmeyince rüzgarla kapışsam?


Ya da ne olurdu, tek bir dalga olsam okyanustan bu yana ulaşan?  Ve o kadar insanın içindeyken gelsem alsam seni girdabıma, derinliklerime çeksem ve dudağımda tuzun kalsa?
Bir şarkı olsaydım ya da tek bir mısramı yalnız senin söylemeye dilin varabilse...
Bir giysi olsam? Hiç çıkarmasan beni üzerimden? kokun sinse desenlerime ve hep tenine değsem?


Ya da boş ver hepsini, bir sabah güneşi olsam? doğuversem yüreğine sen uyurken ve batmasam... Ne olur yani, çok şey mi istiyorum şu nacizane yıllardan, yüzyıllardan?


yıl: 1989

KALP ÇARPINTISI

Kalbim çarpıyor herhalde.

Kalbim herhalde çarpıyor.

Herhalde, kalbim çarpıyor.

Herhalde kalbim çarpıyor.

Herhalde çarpıyor kabim.

Çarpıyor kalbim herhalde.

Çarpıyor herhalde kalbim.

İSPANYOLET SEVDASI

Pencerelerime eski usul, ispanyolet kilitlerden takmaya karar verdim, verdim de, benim vermemle bu iş olmuyor. Aradım, taradım. Deli oldum. Bulamadım.
Aslında buldum, ama bulduklarım tam bir felaket. Tasarım kötürümleri hepsi, sanki, sanki gerçekten sakat gibilerdi hepsi.
Bu işi en iyi İngilizler yapıyor, asaletlerinden olsa gerek...Oldukça naif işlemeler, ince bir zeka gerektiren dönüşler, yay gibi açılan, yuvasından kaymadan tık diye yerine oturan,  sanki hepsi ince narin bir balerinmiş gibi.
Bu yüzden vazgeçtim, başka bir bahara sakladım bu sevdayı.
Merak edenler olursa, en iyileri www.arciron.com da bulabilir, ama İngiltere' den ithal ederek...

FABERGE YUMURTALAR







Faberge yumurtaların hikayesini bilir misiniz?
 Ben o hikayeyi çok severim.
Çünkü onlarla ilgili benim de bir hikayem var.
Bu yumurtalar,ilk kez 1842’de St.Petersburg’da Gustave Fabergé tarafından yapıldığını ve oğlu Carl Fabergé tarafından geliştirildiğini görüyoruz. Carl Fabergé, bu yumurtaları her yıl Son Romanov ailesine hediye olarak gönderirmiş.
Fabergé yumurtaları, paskalya “yumurta sanatının” en ünlüsüdür. Burada yumurta gücü ve iktidarı sembolize etmektedir. Kral, çar veya imparator, bütün yaşam enerjisini, bütün üretken enerjiyi (libido) kendi dünyevi varlığında toplar. Haremine veya çevresindeki kadınlara bunu erkeklik gücü olarak yansıtır. Onlardan da doğurgan olmasını bekler.
Genelde kaz yumurtası büyüklüğündedir.
Mine işlemeli ve mücevher süslemelidirler.
Her yumurtanın içinden bir sürpriz çıkar.
53 tane olduğu biliniyor. Hepsi de Amerika’da ki müzelerde sergileniyor.
 “Paskalya ateşi ve paskalya mumu paskalya bayramının özelliklerindendir. Bunlar ölümü yenen ve yeniden dirilen İsa’nın sembolleridir.
Paskalya tavşanı ve yumurtası ise iki temel semboldür. Çok eski Cermen inançlarına göre yumurta hayat kaynağının sembolüdür. Doğurganlığın sembolü ise tavşandır. Paskalya yumurtaları eskilerden beri çeşitli renklere boyanır. Çocuklar anne ve babaları tarafından evin içine veya bahçeye saklanan paskalya yumurtalarını, çikolata paskalya tavşanları ve diğer şekerleri paskalya bayramında arayıp bulmaya çalışırlar.

Rahmetli babaannemin, taklit Fabergé’leri vardı.
Porselenden yapılma, çok şık, çok özeldi hepsi.
Bütün aile bir araya toplantığımız o şenlikli kahvaltılarımızda, sadece torunlarının önüne (toplam 6 tane)  bunlardan koyardı. Kahvaltı bitene kadar, hiç bir torun açmaya cesaret edemezdi, kahvaltısını önce bitiren, Fabergé sini açar, içinden çıkan sürprize sevinerek masayı terk ederdi. Herkes birbirinin sürprizini merak ederdi aslında…
Ben hariç.
Benim derdim, içinden çıkanı değil, aslen kendisiydi. Herkes dağıldıktan sonra masada kalır, tüm Fabergé’leri toplar, tek tek incelerdim, özlerdim onları sanki. Kiminin ayağı metal, kiminin ayağı pirinç, kimi kulplu, kulpsuz.
Hele bir tanesi vardı ki: Favorim. Üzeri kırmızı mine çiçekli, kulbunun ucunda minik çan asılı…Benim olsun isterdim, ama cadı, vermezdi.
Yıllar sonra, favorim değil de, bir başkasını bana hediye etti.
Favori olana ne olduğunu hatırlamıyorum.







ÇELİK GİBİ.



Çeliğe su verirler işlerken.

En ince ve en dayanıklısı ve göz kamaştırıcı olsun diye. Ve işlerken kırılmasın ve süslerken zedelenmesin diye. Bütün ustalar bilir bunu. Hepsi de suyun verilme kıvamını ve zamanını ve miktarını çok iyi bilirler. Hatta suyun dökülüş tarzını da bilirler...

Ama hiç bir çırak, bütün bunları bilen ve uygulayan ustalardan birinin diğerinden niye daha üstün olduğunu bir türlü bilemez. Kafa yorar, gözlem yapar, kendi aralarında tartışırlar. İlla ki bir şey var: Kimse falanca ustanınki kadar pahalı satamıyor, kimseninki filanca ustanınki kadar beğenilmiyor...
Ne zaman ki bu çıraklar yaşamaya başlar bir şeyler; hayata dair, sevgiden ve aşktan yana: Anlarlar o zaman ustalarının niye diğerinden üstün olduğunu.
' Hiç bir çırak bilemez; çeliğe suyun yürekten verildiğini. Ve her çelikte bir parça ustanın kanı olduğunu...'
Bunu anladıktan sonra usta olur çıraklar. Ve kimse onlardan daha iyi su veremez çeliğe...
Her türlü tekniği bildikleri halde.

24 eylül 1999

MEŞK'E DAİR.

Bir Haziran sabahı,  güzel bir hava var. Tembellik etmek istiyorum, evimde keyfini çıkarmak istiyorum bu güzel havanın, ama ne yazık ki, zor.


Reklam ajansım, Pötikare İletişim için bugün yeni bir iş görüşmesi var. Öğrencilik hayatı bitmek üzere, ilk iş deneyimini bizimle yapmaya can atan, benimle meşk eden biri. Nereden duyduysa, nereden taktıysa kafasına... Çok sevimli bir oğlan. Gözlerinden ateş fışkırıyor, gülümsemesiyle de o ateşi adeta dizginliyor biraz biraz. Butik bir ajans Pötikare. Güzel işlere, güzel imzalar attık 8 yıldır, hala da devam. O yüzden tembellik yok. Oğlan çocuğumuzla ikinci iş görüşmemiz olacak bugün, motive olmak lazım, enerjik gitmek lazım, asla ve asla evimin penceresinden esen o ılık rüzgarı, bahçede yeni sulanmış toprak kokusunu duymamak lazım. 
Arabaya binmek, orman yoluna girmek, Maslaktan çıkmak, Maçka ya varmak lazım.
Bütün gerçek güzellikleri bırakıp, makyajlı olan güzelliğe gitmek lazım.
Bu zamanda, bu meslekte meşk edebilene can kurban.
Bence...

BOHO, BOHO BOHO





Bohem' den gelir. Bohem yaşayanların giyim stilidir. Boho tarzı giyinenlerin başında Sienna Miller gelir. 

Çiçekli, iri desenli boyundan bağlı sırtı açık elbiseler,  püsküllü çantalar, uzun boncuklu kolyeler, taşlar, tüyler, eskimiş ve yırtılmış jeanler, salaş tişörtler... Bunların hepsi BOHO şıklığı.
Bohem yaşayanların rahat ve özgür giyim stili.  Karışıklığın içinde belirli bir stil.

Karmakarışıklığın düzeni. BOHO tarzı bir giyim stilim yok, ben sadelikten yanayım.

Fakat aklım tam bir BOHO.  Geniş düşünürüm, püskül püskül salınırım, uzun uzun bakarım, uzun uzun konuşurum, sarmaş dolaş uyurum, kelebekler gibi yürürüm,  kat kat kabarık duygularım var benim.


seviyorum seni BOHO.

DOĞAL TAŞ DÖŞEMELER




Bundan tam 4 yıl önce, ajanstan burnumu dışarı çıkaramadığım günlerden birinde, bir taş firması gelmek istedi. Tam 3 hafta sonrasına randevu verebilmiştim.Geldiler.
Katalog yaptırmak istediklerini söylediler.
Sadece katalog.
Bir katalog yaptırıp gidecekler yani, başka da bir iş yok.Nasıl bir katalog, ne amaçlıbir katalog olmasının pek bir önemi yok onlar için, kataloğun var mı var diye yaptıracaklar yani.
Tabii bu durumlarda biz ne yapıyoruz? Kibarca teşekkür ediyoruz ve ilk toplantıdan sonra bir daha bir araya gelmiyoruz.
Aslında ne yapmalı? Diğer ajanslar ne yapıyorlar?
Alıyorlar o müşteriyi, ağızlarından girip, burunlarından çıkıp, kendi istedikleri kıvama getiriyorlar, hooop oluveriyor sana şahane bir katalog, şahane bir tv kampanyası, gazete- dergi reklamları vss…
Ben yapmıyorum, yapamıyorum.
Bundan tam 2 ay önce, evin bazı yerlerine taş kaplamaya karar verdim. Bir çok markaya baktım, bir sürü teknik terimler, bir sürü taş ve yapıtaşlarını dinledikten sonra, kafam taş gibi oldu.
Kibarca reddettiğim bu taş firmasını aradım, en azından dürüst davrandığım için, dürüst davranacaklarını ve beni aydınlatacaklarını biliyordum.
Çağırdılar sevinerek, bir mimar arkadaşımla birlikte gittik.
O küçücük taş firması, almış başını yürümüş.
Yeni taşındıkları binayı görünce öylece kalakaldım. Bostancının arka sokaklarında bir binanın griş katında 90 metrekare bir ofisçikleri vardı ben tanıdığımda..
plazanın önünde dikilmiş bakarken, arkadaşım, kolumdan sürükleyerek, başını dik tut ve gir içeri utanmaz kadın dedi ve girdik.
Uzay üssü gibi ofislerini görünce, o taş duvarların heybetini görünce, pişmanlığımı size anlatamam. Duvarlardan geçesim geldi.
Kafamı kurcalayan her soruyu rahatça sordum, pırıl pırıl cevaplar aldım.
Sıra geldi, taş cinsini ve rengini seçmeye… Granit ve mermer olan her iki çeşidin de bir dolu cilalama tekniği var; matı, parlağı, kumlusu, pürüzlüsü, pürüzsüzü vss.
3 saat kaldık .
Kataloğunuz var mı diye sordum? Önüme bir katalog geldi….Meydan Larousse sanki. Firma sahibi, hafifçe tebessüm etti, sizin işler kadar lezzetli olmasa da, şimdilik bizim işimizi görüyor dedi kibarca. Çok utandım. Kısılmış bir sesle, kapağı hoş olmuş diyebildim sadece.
İnternet sitemizden de bakabilirsiniz çeşitlere dedi. Toplantı masasının hemen üzerindeki bilgisayarından bakıverdik.
Web siteleri açılırken, ana sayfadaki sloganları tanıdık geldi bir an. Benimle ilk tanışmaya geldiklerinde taşın ne olduğunu anlatmaya başladıklarında ağzımdan kaçıveren benim cümlemdi. MİLYON YILLIK DOST.
Utanmaktan bir anda vazgeçtim, gurur duydum yine kendimle..

MIRIN KIRIN



Sabahtan beri, her şeye biraz biraz söyleniyorum sanki.
Hiç bir şeyi beğenmiyorum bugün, beğenmedim de diyemiyorum.
Öylece kalakalıyorum.
Otoparkçı sağa park edin der gibi, eliyle işaret ediyor, sola park etsem olmaz mı der gibi, elimle işaret ediyorum.
Her önüme gelen işe, ehh işte der gibi, limoni bakıyorum.
En güzel sözlerle güne başlayan müşterime bile bugün size gelmezsem olur mu diyebiliyorum.

Çık içimden n'olur.

FERFORJE


Demirden...
Cumartesi günü, tam dört saatimi ferforje sanatının kralı, Muhsin usta ile geçirdim.
Evimin pencerelerine ferforjeden parmaklık yaptırıyorum, bir kaç ufak aksesuar ve eşyalar da var tabii. Ne de olsa sessiz, sakin bir yer ve bahçeli bir evin pencereleri, ne olur ne olmaz. Alarm takmak yeterli dediler aslında, elbette yeter ama beni bilmeyenler için.
Ferforje nin havası bambaşka, nostaljik.
Muhsin ustanın lakabı, KİRLİ.
Üstü başı kir içinde, sanırım o sebeple bu ismi takmışlar ona.
Ama bilememişler ki, içi tertemiz.
Küçücük atölyesinde, yaptığı işlere baktım, büyük özen ister benimle bir iş yapabilmek, zorum. Bunu biliyorum. KİRLİ Muhsin, ağzımdan çıkan her istediğim değişikliği aklına yazdı, sakince dinledi hepsini, aklına yattığını gördüğü her çizdiğime, güzel oldu dedi naifçe.
Dört saatin sonunda ben ayrılırken, başı önünde elimi sıkarak, şimdi içim rahat dedi. Sanatçı dediğin böyledir işte, dört saatini verir, hiç hesapsız. KİRLİ gibi.
Ferforje, demirden yapılır. Nostaljisi tarihteki kokusundan gelir. Gerek, içine konan kızgın yağlarla kovulan düşman askerlerle, gerek fethi zor toprakların zor açılan demirden saray kapılarıyla çok zaferler kazanmıştır.
O kadar serttir ki, zor dövülür, zor bükülür.
Söz dinletemezsiniz kolay kolay, yola gelmez, dik başlıdır, kendinden emindir, işte bu sert ve asi demir bile, işin içinde aşk varsa, hele ki ustası aşkla dövüyorsa KİRLİ gibi , o bile eğer boynunu.

OYUNCAK DÜKKANI




Bugün öğlen Maçka Parkı’nda biraz yürüdüm, hem yürüdüm, hem yazdım, aklıma yazdım.
Bütün o söylediklerini bir bir aklıma yazdım.
Hafif yağmur da ıslattı yüzümü, ohh dedim derinden.
Sabah erkenden yeni bir müşteri adayı aradı, oyuncak mağazası açıyorlarmış.
Klasik olarak logo, amblem, kurumsal kimlik vss. ihtiyaçları varmış.
Tabii bir de motto.
Motto dediğimiz şey, markanın verdiği mesaj.
Parkta hep onu düşündüm.
Oyuncak mağazasının mesajını...Ne olmalı? Nasıl olmalı? En güzeli olmalı. Hadi siz de düşünün, çok heyecanlandım.
İçim kıpır kıpır yine.
Yeni aşk, evet evet kesin öyle.
Her daim kalbim dilimin ucunda atıyor.
Galiba buldum.

BALON KADEHLER


BALON KADEHLER, kırmızılı balonlar..............
Fransızlar, su gibi içtikleri kırmızı şarabı isterken şöyle derler:
UNE BALON RED SIVOUPLE!!!!
Yani bana bir balon kadehte kırmızı şarap lütfen.
Öyle narin ve öyle hoş bir tınısı vardır ki, kırmızı şarap sanki bu balon kadehler için yaratılmıştır. Bir çok markası vardır, ama bence en en iyisi Schott olandır. Aman ha, taklitlerinden sakınınız, hani herkesin her yerde içtikleri gibi...
İhtiyacınız varsa, Schott alın derim. ....Dedi bana bir üstad.
Söz dinledim, aldım....iyi ki de dinlemişim sözünü, severim söz dinlemeyi.
Gerçi çok içme diyor bana o üstad ama, farkında olmadan kediye fare önerdi.
Başımı döndürdü... neden mi?
Camının inceliğiyle, tınısıyla kulağıma fısıldadığı o naif şarkıdan
Camının şeffaflığıyla, içindeki kırmızıyla yıkanmış seksapelinden,
Camının derinliği, tüm aklımı yutmasından...
Sanki, içinde dans eder kırmızı şarap, CARMEN gibi. Bir elimle Schott tutarken, diğer elim içinde savrulan kırmızı, o işveli cilveli kıza dokunur...Eteklerini savurur bir uçtan diğerine, gözlerimle severek takip ederken onu, alkışlarım bakışlarımla, yudumlarım...içime akar o sıcak ritmi..

TROMPE L'OEİL


Fransızca, göz kandırmacası, gözü boyamak, göz aldatmacası olan bu resim sanatı, muhteşemdir.
Bence belirli bir olgunluğa gelmiş hemen hemen herkesin gördüğü bir resim sanatıdır.
Harikuladedir.
Bir düzlem üzerinde sanat içeriği olan resimsel bir etki amaçlamadan, gerçeklik izlenimi vermeye çalışan her tür çizim, boyama ve duvar resimleridir.
En basit trompe l’oeil örneği olarak, sağır bir duvar üzerine yapılmış gerçek boyutlarında bir kapı resmi, ya da herhangi bir pencereden bakarken ki dışarıda görülen bulutlar, ya da portakal ağaçları vss.dir...Uzanıp, tutma hissi verirler.
Bir trompe l’oeil e bakınca beni içine çeker, nefesimi keser, adeta dünyasına götürür.
Sanki, sanki hiç nefes alma, konuşma ve kıpırdama, sadece bana bak ve ne demek istediğimi anla der gibi çeker içine ve hapseder tüm benliğimi.
Tutar omuzlarımdan sıkı sıkı ve hiç bırakmaz..
Tutulur kalırım...hiç konuşamam.
Gözlerim, derin derin bakar, elimi sürmek isterim, şöylece uzatırım elimi, dokunamam bile..
Sanki eriyecek, yok olacak hissine kapılırım.
Öyle çok şey anlatır ki, dokunursam sesi kesilecek sanırım...Sessizce, hiç kıpırdamadan dinlerim onu.
Sarar, sarmalar tüm bedenimi anlatıkları.
Sonra bir adım geri çekilip çıkarım içinden, adeta derin bir suda uzunca vakit kalıp, boğulur ve yukarı fırlar gibi. Çıkarım, ıpıslak...
Madalyonun bir de öbür yüzü var. Trompe l’oeil u yapan o muheşem ressamı düşünürüm.
Nasıl bir beyindir ki, nasıl bir bilektir ki, bunu yapabilmiş.Y a duyguları? O ressamın duyguları? İşte, içimde bunu hissetttiğim o an, buram buram yanıyorum.

JARDİNİER



Yine Fransızca bir kelime..
Bahçıvan demek aslında.
Dekorasyonda hani şu eskiden masalarımızın üstünü süsleyen, geniş ağızlı, tek ayaklı gümüş ya da porselen aksesuarlar.
19.yy başlarında gondol şeklini de aldılar, bence tanımsızlıktan onlara da Jardinier dendi.
Eskiden masa üstlerinde duran bu değerli objelere, Fransız bahçıvanlar, bahçede düşen, kopan çiçekleri toplayarak içlerine koyarlarmış. Ev sahiplerine hoşluk olsun diye. Sabahın ilk ışıklarında bahçelere giren bu bahçıvanlar, ev sahibi uyurken, bahçeleri sular, süpürür, ben geldim ve siz uyurken işimi bitirdim, gittim mesajını, Jardinier içlerine bırakılan taze çiçeklerden anlarlarmış..
Bir çeşit bahçıvan imzası.
Sonraları ise, apartman villa derken şehirleşen dünyada Jardinierler yerini çikolata, şeker çanağı olarak aldı.
Gittikçe modernleşen hayatta, artık antikacılarda satılmaya başlandı.
Elinizde varsa, ne olur tutun onları...yine koyun taze çiçeklerden kırıntılar içlerine, iyi gelecek göreceksiniz.

EPOKSİ ZEMİNLER


Hijyen dünyaya hoşgeldiniz.
Eğer siz de benim gibi, evinin hijyeni, rahatlığı ve konforuyla ilgiliyseniz, epoksi tek çözüm. Biraz masraflı, ama tüm bu sıkıntılara toptan çözüm.
Hayal ettiğiniz tüm renkleri yaptırabilirsiniz, kumlusu, dokulusu, pürüzlüsü, pıtırcıklısı, öyle sınırsız ki...
Deterjanı biraz pahalı, yurt dışından ithal ediliyor. Bu kadar global marka ülkemizde varken, neden epoksi deterjanı yapmıyorlar acaba? Epoksi, hastanelerde, otellerde ve alışveriş merkezlerinin yerlerinde var. Dikkat etmediniz mi yoksa?
Eğer derz, dolgu maddesi gibi göze kötü görünen çizgiler sevmiyorsanız epoksi yaptırın.
Hele ki o seramiklerin derz aralarında biriken kirleri benim gibi görebiliyorsanız, hiç durmayın. En kötüsü, o çizgiler bir de yamuk yapıldıysa, işte o zaman çok fena oluyorum.
Amaaa, en şahane olanı beyaz olanıdır. Yerlerinizi bembeyaz düşünsenize, pamuğun üstünde yürür gibi.
Tertemiz, mis gibi...Benim evim, güzel evim.